Bezuvar Kültür Sanat Dergisi

Bezuvar Kültür Sanat Dergisi Yalnızca şiir, öykü, anlatı, roman,araştırma- inceleme, gezi - gözlem, söyleşi, sinema ve tiyatroya dair yazılara yer verilir.

12/01/2025

: AHMED ARİF
“UZUN VE TEK BİR AĞIT GİBİDİR ONUN ŞİİRİ”

“Bir şair: Ahmed Arif Toplar dağların rüzgârlarını Dağıtır çocuklara erken”

«Hasretinden Prangalar Eskittim» kitabıyla Ahmed Arif’in şiiri de gün ışığına çıktı. Böylece Ahmed Arif’in Türkiye şiirinde zaten öteden beri sağlamış bulunduğu yer, okurun gözünde de matematik bir kesinlik kazandı. Sanırım, bu yer, bundan sonra en az tartışılır yerlerden biri olarak kalacaktır.

Ahmed Arif Diyarbakır’lı. İlk şiirleri 1948-1951 yılları arasında bir iki dergide göründü. O günlerde kendisi Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde, felsefe bölümünde öğrenciydi. Sonra tutuklandı. İlk şiirlerini ortaya çıkardığı sıralarda Orhan Veli ve arkadaşları şiire iyice hâkim görünüyorlardı. Garip dönemi bitmiş, Sabahattin Eyuboğlu’nun deyimiyle “halk olarak sanatın” dolaylarında dolaşılmaya başlamıştı. Bütün gençler, bütün yeni yetmeler Orhan Veli’ye, Oktay Rıfat’a, Melih Cevdet Anday’a öykünüyordu. Sanki şiir yalnız onların yazdığıydı; onların yazdığından başka şiir olamazdı sanki. Gençlerin bu bilinçsiz tutumu şiirimize zararlı olmuştur. Ama genç sanatçıların çoğu böyle olmakla birlikle, aralarında kendi çıkış noktalarını geliştirmeye çalışan, Orhan Veli ve arkadaşlarına pek kulak asmayan kimseler de yok değildi. Ahmed Arif’i de bunlardan biri olarak görüyoruz. İlk şiirinde bile. Gariple gelen şiirin içeriğine aldırmamıştır. Önerilmekte olan ve bir çeşit şiirsiz şiir diyebileceğimiz hareketi umursamadan kendi doğrultusunda çalışan birkaç şairden biri de odur.

Ahmed Arif’in şiiri bir bakıma Nâzım Hikmet çizgisinde, daha doğrusu Nâzım Hikmet’in de bulunduğu çizgide gelişmiştir. Ama iki şair arasında büyük ayrılıklar var. Nâzım Hikmet, şehirlerin şairidir. Ovadan seslenir insanlara, büyük düzlüklerden. Ovada akan «büyük ve bereketli bir ırmak» gibidir. Uygardır. Ahmed Arif ise dağları söylüyor. Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları «âsi» dağları. Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri. «Daha deniz görmemiş» çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağıtta, bir yerde, birdenbire bir zafer şarkısına dönülecekmiş gibi bir umut (bir sanrı, daha doğrusu bir hırs), keskin bir parıltı vardır. Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de, arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın şiiridir. Karşı koymaktan çok, boyun eğmeyen bir doğa içinde. Büyük zenginliği ilkel bir katkısızlık olan atıcı, avcı bir doğa içinde.

1959-1962 yılları arasında Ankara’daydım, Muzaffer Erdost tanıştırmıştı bizi. Hemen dost olmuştuk. O sıra, Muzaffer Erdost Ulus gazetesinin basımevi müdürüydü. Ahmed Arif de Medeniyet gazetesinde çalışıyordu. Haftanın üç-dört günü beraberdik. Daha doğrusu üç-dört gecesi. Ben, geceye doğru, saat 11-12 sıralarında Ulus gazetesine giderdim. O ara, kendi gazetesini erkenden bağlamış bulunan Ahmed Arif de oraya gelmiş olurdu. Muzaffer’in odasında oturur, sabaha kadar konuşurduk. Nelerden konuşurduk? Her şeyden. Sabahleyin, yürüye yürüye Kızılay’a kadar gidilir, orada ayrılınırdı. Yaz, kış, hep böyle. Bu sıkı ilişki birbirimizi iyice tanımamıza yardım etti. Her şairin konuşma tarzıyla (hattâ yüzüyle) şiiri arasında bir yakınlık, bir benzerlik vardır muhakkak; ama konuşmasıyla şiiri arasında bu kadar bir özdeşlik bulunan bir şaire ilk kez Ahmed Arif’te raslıyordum. Onun şiiri, konuşmasından alınmış herhangi bir parça gibidir; konuşması ise, şiirin her yöne doğru bir devamı gibi. Bir bakıma «Oral» (ağza ilişkin) bir şiirdir onunki. Bizde oral şiirin tuhaf bir kaderi vardır: bu şiirde, genellikle, ya kuru bir söylevciliğe düşülür, ya da harcıâlem duyguların tekdüze evrenine. Daha doğrusu, nedense şimdiye kadar genellikle böyle olmuştur. Bu, sözün yakışığı uğruna, şiirin elden çıkarılması, harcanmasıdır. Ahmed Arif’in şiirinde böyle bir sakınca yok. Hiç bir zaman söyleve düşmez. Bir duygu sağnağı, imgeler halinde, sıra sıra mısralar kurar. Ana düşünce, dipte, her zaman belirli, ama sakin durur; çoğalır, büyür belki, ama kalın bir damar halinde hep dipte durur. Ahmed Arif, kendi şiirine en uygun yapıyı ve mısra düzenini bulmuş bir şairdir. Anlatımıyla, şiirin özü arasında özdeşlik vardır. Türkçe destan türünün en ilginç deneylerini yapmıştır. En ilginç çıkışını desek daha yerinde olacak Bir yalçınlığı koyuyor şiirine Ahmed Arif, bir graniti. O yalçınlıktan, birden, sınır köylerine iniyor; «tavukları birbirine karışan» insanları anlatıyor. Bu birdenbirelik onu kekre diyebileceğimiz bir lirizme ulaştırıyor. Ya da tersi oluyor. Eksiksiz bir silah koleksiyonunun arasından görüşmecisinin yolladığı taze soğan demetini görüyorsunuz. Ahmed Arif, Doğu Anadolu’nun, sınır boylarının yersel görüntüleri içinde oraların türkülerini kalkındırıyor, bütün Anadolu türkülerine ulaştırıyor onları, büyütüyor, besliyor; ama boğulmuyor onların arasında. Doğu Anadolu insanının müthiş malzemesini korkusuz bir lirizm içinde önümüze yığıyor. Sonra bütün Anadolu insanına doğru yayıyor onu. Pir Sultan Abdal’ı, Urfa’lı Nazif’i, Köroğlu’na, Bedrettin’e götürüyor. Büyük bir sevgiye, bir umuda çağırıyor Anadolu insanını; gözlerinden öperek, çıldırasıya severek. Evet, halk türkülerinden yararlanıyor Ahmed Arif. Yalnız, halk kaynağının, edebiyat için, şiir için, türkülerden öte daha bir sürü olanak taşıdığını, hatta öbür halk kaynakları içinde türkülerin o kadar da büyük bir ağırlık taşımadığını iyi biliyor. Bu yanıyla halk kaynağına eğildiklerini sanan başka şairlerden ayrılıyor. Onlar gibi sadece türkülere yaslanmıyor. Özellikle destan türü için vazgeçilmez olan tavrı tâ temelden takınıyor. Çalışmalarını ona göre yapıyor.

Ahmed Arif kendi şiirine en uygun yapıyı ve mısra düzenini getirmiştir, dedik.

Ahmed Arif’te İmge, çıplaklığın çarpıcılığını taşır; düşünce, vurucu özelliğini ilk anda kullanır. «Hasretinden Prangalar Eskittim»de bunun birçok örneğini görüyoruz. Sonra imge onda sınırlı bir öğe değil. Bir bakıma şiirin kendisi, bütünü. Öyle ki bütünüyle vardır onun şiiri. Kelimeler ilişkin oldukları kavramları aşan ve daha geniş durumları kavrayan bir nitelik gösteriyor. Şiirin bütünü içinde kullanılmış bazı düz sözler inanılmaz bir çarpıcılık, bir imge yeteneği kazanmaktadır Ahmed Arif’te. Öte yandan, şiirin içinde birer ikişer kelimelik mısralar halinde akan bu sözler biçim yönünden de önem kazanmaktadır. Öyle ki, kendiliğinden doğan ve yalnız Ahmed Arif’e özgü gizli bir aruz gibi bu sözlerden bütün şiire bir müzik yayılmakta, ya da bütün şiir çekidüzenini onlarda bulmaktadır.

Sözgelimi, Otuzüç Kurşun’da:

Yakışıklı Hafif İyi süvari

mısralarının;

yine aynı şiirde:

ve karaca sürüsü Keklik takımı…

mısralarının böyle bir işlevi vardır.

Bu, Mayakovski’nin ritm elde etmek için yaptığı biçim çalışmalarını akla getiriyorsa da, aslında bu noktada iki şairin tutumlarını birbirine karıştırmamak gerekir. Mayakovski için, ritm, bir yerde, her şeydir; «şiirin temel gücünü» ritmde bulur o; bir endüstriye benzettiği şiir için ritm manyetik gücü ya da elektriklenmeyi temsil eder. Ahmed Arif için ise ritm sadece bir olanak olarak önemlidir. Ama aralarındaki asıl ayrım surda sanırım: Mayakovski’de ritm, bir bakıma, şiirin dışında bir yerdedir, anonim bir tekniktir. Bunun için sık sık düşey ya da yatay ses benzerliklerine, bağdaşımlarına başvurur. Daha özetlersek: Mayakovski ritmi ses’te aramaktadır. Ahmed Arif ise söz’de arar. Bunun için onun şiiri bir noktada «oral» niteliğini bırakır, çok ötelere gider. Bu yanıyla çağdaş şiirin en yeni yönsemelerine karışır. Özellikle imge konusunda yaptığı sıçrama onu bugünkü şiiri hazırlayanlardan biri yapmıştır. Zaten birçok şairin onun etkisinden geçmesi de bunu gösteriyor. Sadece bu bakımdan bile «Hasretinden Prangalar Eskittim», geç kalmış bir kitap değildir. Bir de şu bakımdan geç kalmış bir yapıt değildir «Hasretinden Prangalar Eskittim»: Yaşsız bir şiirdir Ahmed Arif’in şiiri. Günün değil, çağın değil, çağların «aktüalite»siyle doludur. «Künyesi çizileli» kimbilir kaç yıldız uçmuştur. Dirsek teması içinde bulunduğu köylülerin, yürüyerek gezdiği kasabaların arasından tarihi kalın çizgilerle görmeyi sever. Tarihi ve uygarlığı. Yalnız, «Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi»nde daha güncül bir tavrı var. Otuzüç Kurşun’da da biraz öyle. Bir yerde tarihten önce yaşamış bir ozan konuşuyor sanırsınız, başka bir yerde en genç kuşağın bir verimi karşısında gibisinizdir. Bu bakımdan elli yıl sonra da yayımlansaydı aynı ilgiyi görecek, sevilecekti bence.

Hollanda’ya gittiğimde orada Van Gogh’un sarılarının kaynağını bulmuş ve daha çok sevmeye başlamıştım. Van Gogh’un resimlerindeki sarıları. Çünkü Hollanda’daki coğrafya’nın yeryüzü şekillerinin, bitkisel örtünün sarıları Van Gogh’u içimde somutlamış ve bir yere oturtmuştu. Onun çalışmasını gözümde daha da büyütmüştü. Doğal verilerle yaratıcı çalışma arasındaki böyle bir ilişki sanat yapıtının değerini artırıyor. Sanat yapıtı gerçeğin asalağı olmamalıdır, ama bütün bütüne de ondan kopmamalıdır, ondan kopmayışın kanıtlarını taşımalıdır.

Aynı şekilde, Erzurum toprağını gördükten, Doğu Anadolu’daki yeryüzü şekillerini, iyice dolaşıp, içime sindirdikten sonra, Aşık Veysel’in sesine daha çok tutuldum. Van Gogh’un sarıları Hollanda toprağının baskın renklerini taşıyor, bir yerde onlara katkıda bulunuyordu, onların arasında açılmış çılgın, sanrılı çiçekler gibiydi. Aşık Veysel’in sesinde de Doğu Anadolu toprağının rengi, kıvamı, taşıl niteliği, köy evlerinin içinden geçen arklar, yüzükoyun yatarak su içen delikanlılar, genç kızlar vardı. Ahmed Arif’in şiirinde de, şiirini yaparken kullandığı araçlarda da, anlattığı yerlerin, yapıtına koyduğu hayatın çok tutarlı bir bileşkesini görüyorum. Özellikle destan timinde bunun nice önemli olduğunu anlıyorum Ahmed Arifi okurken. Cesareti söylüyor Ahmed Arif. Yiğitliği. Bir pınar gibi, bir yeraltı suyu gibi, bir tipi gibi.

«Dostuna yarasını gösterir gibi».

Yücelerde yıllanmış katar katar karın içinde yürüyor yalnayak ve ayakları yanarak.

Papirüs — Ocak 1969

28/12/2024
Bu aralar eylülün rengine kavuştu ruhumEğreti gülüşlerimi bağışladım kızıl saçlı kadınlaraBu aralar yorgunluğum çöküyor ...
25/12/2024

Bu aralar eylülün rengine kavuştu ruhum
Eğreti gülüşlerimi bağışladım
kızıl saçlı kadınlara

Bu aralar yorgunluğum çöküyor bütün bir ömrün akşamlarına
Yaşlandım diyorum
elma şekeri dağıtıyor etrafa
yaşlı bir amca

Kiraz ağaçları çiçek açtı diyorlar
susuyor kalbim
içlenirken geçen yıllara

Kuşlar unutmuş olmalı uçmayı diye geçiyor içimden
Ve bu yağmurlar ıslatmıyor artık gövdesini umutlarımın
biliyorum

Oysa denizlerin en çok sustuğu
vakittir şimdi
Güneş yanığı şiirlerimde buna dahil

Ve insanın kendi yokluğunda
gitgide büyüyen,
dağılan,
damarlarına kadar işleyen bir acının
adıdır yalnızlık

Ve ağrıyan bir yanını avuçlarına alıp
okşamaktır küçük bir
serçenin kalbini

Uçurmaktır bütün kuşları gökyüzüne

Artık susmaktır
Susturmaktır
bütün yağmurları ölüme

Ben ölünce vasiyetim olsun size
Bir şiirlerimi
birde fesleğenleri gömün üstüme.

Özge Özgen

Z E W A C  (*)Kemal BurkayHezkirina jin û mêr ji hevdu qanûneke tebîyî ye. Di saya vê hezkirinê da zarok çêdibin, neslê ...
23/12/2024

Z E W A C (*)

Kemal Burkay

Hezkirina jin û mêr ji hevdu qanûneke tebîyî ye. Di saya vê hezkirinê da zarok çêdibin, neslê mirovan berdewam d**e. Her usa jî ev hez tamekê dide jîyanê.

Zewac, wek sazîyeke civakî, li ser vê bingehê ava bûye.

Di civaka mirovan da zemanê berê zewac, heya malbat tunebû. Piştra malbatên fireh çêbûn, piştî wê jî malbata mêr û jinekê û zarokên wan…

Ango malbat di qonaxeke civaka mirovan da derket. Çawa Engels dibêje, tevî derketina milkê şexsî û dewletê…

Zemanê berê, di dema civaka komûnal da milkê şexsî tûne bû û ji hevdu hezkirin jî hîn ne bûbû wek pêvendîyeke milkî. Mêr ne ji bo jinekê bû û jin jî ne ji bo mêrekî bû.

Lê di zeman da malê zêde, milkê şexsî û dewlemendî çêbû. Hin kesan erd, pez û dewar, zêr û zîv, heya mirov (wek kole û carîye) kirin milkê şexsî.

Evîndarî berhemê hezkirina jin û mêran e. Li zemanê berê ku pêvendîya mêr û jinan hîn bi gelek qeyd û şertan ne hatibû sînorkirin û gelek serbest bû, evîndarîyên usa mezin, yên usa dilşewat wek ya Leyla û Mecnûn, Ferhad û Şîrîn, Parîs û Helena, Romeo û Julyet tunebûn. Lê piştî sînorkirina pêvendîyên jin û mêran çêbûn.

Kilamên azadîyê berhemên bindestîyê ne. Evîndarîyên mezin jî berhemên pêvendîyên qedexekirî…

İro jî, di civatên modern da, ku pêvendîyên jin û mêran gelek serbest e, êdî çîrokên usa dilşewat çênabin. Mêr û jina ku ji hev hez bikin dikarin bizewicin, yan jî bi hevra bijîn. Her usa jî, dema ji hevdu aciz bin, dikarin hevdu berdin.

Lê zewac? Gelo zewac di jîyana mirovan da çi rolê dilîze?

Li ser zewacê gotin pir in. Gotineke balkêş ev e: “Zewac wek kasa hungiv e; mêşên (vizikên) der dixwazin bikevin hundur, yên hundur dixwazin derkevin derê...”

Gotinek din jî li ser zewacê ev e: “Keçikek berî zewacê tenê mêrekî dixwaze, lê piştî zewacê hertiştî…”

Tolstoy çîroka xwe ya bi nav û deng, “Kroyçer Sonat” li ser pêvendîyên jin û mêran nivîsandîye û di warê xebatê da mêran wek xulamê jinan nîşan dide. Dibêje: “Kar û xebata mêran ji bo jinan e! Binêrin, ew tiştên ku li camekanên dikanan da raxistî ne, sedî da nod ji bo jinan in.”

Dîsa dibêje: “Jin li xwe dikin, xwe dixemilînin, wek malê ji bo bazarê.. Da ku mêr bi wan qayîl bin…”

Belê, rayê Tolstoy li ser jinan gelek giran e û şik tune jin ji van gotinan gelek aciz bin, bi taybetî ewên femînîst…

Tolstoy ne tenê nivîskarekî bi nav û deng, her usa jî kont bû, ango xwedî erdekî fireh û gelek dewlemend bû. Lê pirî caran, nizanım ji bo çı, rebenî ji mala xwe direvî û bi rêyan d**et. Di kalîya xwe da li ser textê îstasyonekê mir.

Di zemanê me da li ser heqê jinan axaftin û tevger xurt e. Berî hemûyan, gilî û gazinên jinan ji mêran gelek zêde ye. Di nav mêran da jî kesên heqnas, wek piştgirê jinan ne kêm in.

Gelek jin teda dibînin. Gelekê wan tim di mal da ne, wek “dîlê mitbaxê” ne. Jîyana wan bi çêkirina xwarinê, cil şûştinê, paqijîya malê û mezinkirina zarokan derbaz dibe. Waxt û firsend nabînin ku tevî kar û barê civakê bin û di warê aborî da bê mecal in. Hin caran mêr li wan didin, teda dıkın.

Rewşa jinan bi taybetî li welatên şundamayî bi vî rengî ye. Lê ev yek guneyê kê ye? Tenê yê mêran e, yan yê sazîya kevnare ye?

Her usa jî, yê ku ji zewacê gilîkar in, gelo tenê jin in?

Herin li dinyayê bigerin, li halê jin û mêrên zewicî binêrin û ji wan bipirsin: Gelo kî ji halê xwe razî ye?

Çawa gotibû şair: “Carek tilya xwe lêxe û hezar ax û wax bibihîse ji kasê faxfûr...”

Tu jî yek bipirs û guh bide hezarî!

Pirs û derdên zewacê carina ji serhişkî û diltengîya, ji neheqîya alîyekê, carina ji du alîyan pêk tê. Te dît xûyê wan li hev ne hat… Carina tiştê ku yek jê hez d**e, yê din jê xû d**e. Tiştê ku li yekî (yekê) xweş e, li yê din tahl e…

Lê gelek caran jî pirsên zewacê ne ji serhişkî û diltengî, yan ji neheqîya mêr û jinê ye. Heya dibe ku herdu alî jî mirovên nerm û heqnas bin. Lê carina di zeman da ji hev bêzar dibin.

Ne rojek e, mehek e û salek e; emrekî dirêj… Her roj di nav eyni malê da, di nav eynî cilê da rû bi rû…

Ango zewac kasa hungiv be jî mirov jê bêzar dibe; roj tê dibe cila ji derzîyan...

Melek jin in yan mêr in, ez pê nizanim; li ser vê meselê nîqaş heye… Dibe ku ew jî wek me du cins bin. Lê dibêjin xwedê carê du melek zewicandin. Çend meh şunda Cebraîl şande cem wan û li halê wan pirsî. Cebraîl dema nêzî malê bû, dengê şer û pevçûnê hatin guhê wî. Tiştê ku dît pê gelek ecêb ma. Herdu melekên jin û mêr bi pêsîra hevdu girtibûn, şerê hevdu dikirin û îfrît ketibûn navbera wan, ku wan li hev bînin!..

Xortên teze, nebe ku hûn ji gotina min bitirsin, ji zewacê poşman bin, jê birevin… Na na, ya xwe bikin. Ji xwe ez çi bêjim jî hûnê dîsa ya xwe bikin… Zewac kasa hunguv e, dikişîne!..

---------------------------------------------------------------
(*) Ev nivîs min di sala 2001 da, ango bist sal bere nivîsandibû, lê çap nekiribû. Di kîlera min da mabû (Di bîranînên xwe, Cîldê 4’an da behsa wê dikim.) Îcar rast hatim û min got çima çap nebe?..

✨Birhan Keskin~Kargo✨Sana buraya bazı şeyler koyuyorum. Yol boyunca aklında olsun.Lazım olursa açar okursun. Olmazsa da ...
10/12/2024

✨Birhan Keskin~Kargo✨

Sana buraya bazı şeyler koyuyorum. Yol boyunca aklında olsun.
Lazım olursa açar okursun.
Olmazsa da olsun, bir zararı yok
burada dursun.

Şuraya bir cümle koydum.
Bırak, acımızı birileri duysun.
Hem zaten şiir niye var?
Dünyanın acısını başkaları da duysun!

Acı mıhlanıp bir kalpte durmasın. Ortada dursun.
Olur ya biri
eline alır okşar, biri alnından öper. Az unutursun.

Buraya tabiatı koydum.
Ağaçları, suyu, ovayı, dağı.
Onlar bizim
kardeşimiz, çok canın sıkılırsa arada onlarla konuşursun.

Buraya, küçük mutlu güneşler koydum.
Günlerimiz karanlık ve
çok soğuyor bazı akşamlar, ısınırsın.

Buraya, bir inanç bir inat koydum.
Tut ki unuttun, tekrar bak,
o inat neyse sen osun.

Buraya yolun yokuşunu koydum. Bildiğim için yokuşu.
Zorlanırsa nefesin, unutma, ciğer kendini en çabuk onaran organ, valla bak,
aklında bulunsun.

Buraya umutlu günler koydum. Şimdilik uzak gibi görünüyor,
ama kimbilir, birazdan uzanıp dokunursun.

Buraya bir ayna koydum arada önüne geç bak; sen şahane bir
okursun. Mesai saatlerinde çaktırmadan şiir okursun. N’olcak ki,
bırak patronlar seni kovsun!

Burada bir tutam sabır var. Kendiminkinden kopardım bir parça,
(bende çok boldur) lazım oldukça ya sabır ya sabır, dokunursun.

Burada güzel çaylar var. Bu aralar senin için çok önemli. Bitki
çayları, kış çayları, şuruplar, kompostolar. Demlersin, maksat
midene dostluk olsun.

Şuraya Youtube’dan müzikler, Bach dinle filan, koydum. Ama
müzik konusunda sen benden daha iyisin, koklayıp buluyorsun.

Buraya bir silkintiotu koydum. Kırk dert bir arada canına
yandığım, kırkına birden deva olsun.

·
·

19/11/2024

Bir kez daha
SOSYALİZM VE HALKLARIN KARDEŞLİĞİ ÜZERİNE

Kemal Burkay

Degerli arkadaşlar dostlar,

Son dönemde piyasada yine bazı yanlış ve Kürt halkının haklı davasına hiç de hizmet etmeyen söylemler sık sık arzı endam ediyor. Bazıları, Kürdistan’ı bölüşmüş devletlerin ve bu ülkelerdeki şoven güçlerin Kürt halkına yaptıklarına bakıp, öfkelerini “halkların kardeşliği” gibi hümanist bir söyleme ve sosyalist düşünceye yöneltiyorlar.

İşin garibi bu tür söylemler, yıllarca Kürdistan Sosyalist Partisi’nde yan yana mücadele ettiğimiz bazı yoldaşlarda da görünüyor. Bunda son HAK PAR - PSK ayrışmasının da payı var. Bizim, legalde yeni bir PSK kurma girişiminde bulunan arkadaşlarla elbet yolumuz ayrıldı. Bize göre PSK miadını çoktan doldurmuştu ve legale çıkarken hazır parti, HAK-PAR vardı, ayrı bir parti kurmaya gerek yoktu. Bu arkadaşlar, evet yanlış yaptılar, böylece hareketi böldüler. Üstelik bunu sosyalizmin ya da başka bir şeyin hatırına yapmadılar. Onların böyle bir derdi yok ve bu işi sadece HAK-PAR’ın 6. Kongresi’nde yönetimi alamadıkları için yaptılar. Böylece, “küçük olsun, bizim olsun” anlayışıyla ayrı örgüt kurdular ve PSK’nin adını da buna alet ettiler, mirasına konmak istediler.

Ama onlar böyle yaptılar diye biz, papaza küsüp oruç bozacak değiliz. Biz yine sosyalistiz ve HAK-PAR sosyalistleri de kapsayan, Kürt halkının özgürlük mücadelesini hedefleyen, daha geniş, yurtsever, demokrat bir örgüttür; bir birlik projesidir. Eğer dar düşünseydik, legal planda sosyalist bir partide yolumuza devam ederdik. Kanımca doğru yaptık ve bunu yaparken daha önce savunduğumuz değerlerden, sosyalist düşünceden ve diğer hümanist değerlerden asla vazgeçmedik.

Tüm bu nedenlerle, son dönemde yeniden piyasada arzı endam eden, hatta yaygınlaşan söz konusu anti sosyalist söylemlerle ve halkların kardeşliği gibi bir hümanist kavramla ilgili kendi görüşlerimi tekrar kamuoyuna iletme gereği duydum. Ancak bunun için yeni bir yazı yazmama gerek yoktu. Bir yıl kadar önce yazdığım ve hem Dengê Kurdistan ve HAK-PAR sitelerinde, hem de sosyal medyada yayınlanan aşağıdaki yazımı tekrar okura sunmayı yeterli buldum. Söylemek istediğim, ya da söylenmesi gerekli her şey bu yazıda var.

SOSYALİZM VE HALKLARIN KARDEŞLİĞİ ÜZERİNE
2015-09-08

Zor olan kaos dönemlerinde sağduyuyu yitirmemektir. Çünkü en çok da bu dönemlerde sağduyu (eskilerin tabiri ile “akl-ı selim”) ile hareket etmeye ihtiyacımız vardır.

Şimdi böylesi öfkelerin bilendiği, kinin nefretin yükseldiği zor bir dönemden geçiyoruz.

Bir önceki “Suçluyu Yanlış Yerde Aramak” başlıklı yazımda şöyle demiştim: “Zor dönemlerde, karşılaşılan felaketler karşısında öfkeler kinler bilenir ve sağduyulu, serinkanlı yaklaşımların yerini öfkeden, nefretten kaynaklanan duygusal, kolaycı, çoğu kez de yanlış saptamalar alır. İnsanlar olup bitenler karşısında bir suçlu ararlar ve bu suçluyu, yani nedeni -hem de çareyi- çoğu zaman da yanlış yerde ararlar.”

Söz konusu yazımda, bazılarınca sık sık vurgulanan “Bir devletimiz olsaydı başımıza bütün bu belalar gelmezdi” tarzındaki söylemi tartışmıştım. Özetle şunu demiştim: Tabi ki Kürtlerin de bağımsız ya da federal bir devleti olabilir, olmalı. Onların da kendi kendilerini özgürce yönetmeye hakları var. Ama devlet ulusları ya da halkları tüm belalardan koruyan bir aygıt ya da sihirli değnek değildir. Irak, Suriye, Mısır, Libya, Yemen gibi Arap devletlerini, Afganistan’ı, Pol Pot Kamboçyası’nı, hatta Türkiye’yi örnek vererek, bir devleti olan bu ülkeler halklarının yaşadığı nice felaketi, yıkımı, kıyımı, sürgünü örnek vermiştim. Ve bu felaketler çoğu zaman da söz konusu “devletleri” eliyle başlarına gelmişti.

Yaşadığımız felaketlere ve dertlere konan yanlış teşhis, ister istemez yanlış tedavi önerilerini de gündeme getiriyor ve bu tür yanlış yargılar bir süre sonra ezbere, yani önyargıya dönüşüyor.

Kürt hareketinin geçmişinde çokça yaşadığı zor zamanlarda bu tür yanlış söylemler orda burada uç verdi ve bazı çevrelerde ezberlere dönüştü. Bu tür ezberler ve önyargılar ise insanların gerçeği kavramasını zorlaştırır ve onları yanlışa yöneltir.

Uzun siyasal yaşamımda, 40-50 yıl öncesinden başlayarak aynı zamanda bu tür yanlışlar, ezberler, önyargılarla mücadele ettim. Şimdi, bunca yıl sonra, artık saçlarım ak kesmişken bir kez daha bu konular üzerinde yazmak, doğrusu bana sıkıntı veriyor. Ama dönem dönem bir moda, bir salgın gibi yayılan bu yanlışlara seyirci kalmayı, susmayı da kabullenemiyorum.

Bunlardan biri de sosyalizm üzerine bazı çevrelerde var olan önyargıdır.

Daha 1960’lı 70’li yıllarda Kürt ulusal hareketinin bir bölümü sola yönelince, o zamanlar Kürt hareketinde kendisini “milliyetçi” diye niteleyen bir kesim buna karşı çıkmış, bunu Kürt ulusal hareketinin bölünmesi gibi görmüştü.

Kürtler de sınıflardan oluşan, ağası-topraksız köylüsü, patronu-işçisi, diğer bir deyişle sömüreni-sömürüleni olan bir halktır. Bu nedenle bir bölümünün, emekçi kesiminin ve onlardan yana aydınların sola yönelmesinde, bir bölümünün ise sol karşıtı bir tutum takınmasında şaşacak bir şey yoktur.

Öte yandan, Kürtlerin bir bölümünün sosyalizmi istemesi, onların ulusal amaçlardan koptuğu, ulusal birliği bozduğu, böylece ulusal mücadeleye zarar verdiği anlamına gelmez. Aksine, onların daha özgürlükçü olduğunu, hem ulusal baskının, hem sınıfsal sömürünün sona ermesini istediklerini gösterir. Rusya’da, 1917 Ekim Devrimi’nin ardından ulusal sorun komünistlerin öncülüğünde çözüldü, 16 federe cumhuriyetten ve yüze yakın otonom bölgeden oluşan Sovyetler Birliği oluştu. Çin, Vietnam, Küba halklarının kurtuluş mücadelelerinin başını da sosyalistler çektiler, bu mücadelelere çoğu durumda komünist partileri öncülük ettiler. Nitekim Kürt sosyalistleri de tüm parçalarda özgürlük mücadelesinin içinde veya önünde oldular.

Ama sol karşıtı Kürt milliyetçi kesiminde bu anlayış tümden son bulmadı. Hatta bir ara moda gereği onların tümü sola savrulup bu alanda bizi de sollamış olsalar bile. Sosyalist sistem çöktükten ve Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ise apar topar sol düşünceden yüz geri ettiler; bununla da kalmadılar, eski anlayışla Kürt sol hareketini suçlar oldular. Sola bulaşmakla kandırılmış, yanlışa sürüklemiş gibi…

Ne var ki dostlar, biz bunu yapmakla yanlış yaptığımız kanısında değiliz. Tersine çağımıza göre en iyisini, en doğrusunu yaptık. Sosyalizme inandık –bugün de inanıyoruz- sosyalist görüşleri yaydık, Kürdistan’ın Kuzey parçasında ilk sosyalist örgütlenmeyi gerçekleştirdik. Bundan onur duyuyoruz. Biz elbet Kürt halkının özgür olmasını istiyoruz ve bunun ideolojik ve örgütsel öncülüğünü de yaptık. O dönemi yaşayan ve vicdan sahibi her insan bunu bilir. Ayrıca şunu da ekleyelim, Kürt ulusal hareketini yanlışa, maceraya itmedik.

Sosyalist devrimler çağı olan 20. Yüzyılın sonunda sosyalizm bakımından işler kötü gitse de, sosyalist sistem çökse de bu sosyalizmin kötü olduğunu göstermez. Sadece insanlığın bu eşitçi, sömürüsüz sistemi kurup yaşatacak kadar olgunlaşmadığını gösterir. Sosyalizme varamayan bir insanlık gerçek özgürlüğe ve eşitliğe de ulaşamaz. Fidel Castro, “Ya barbarlık, ya sosyalizm!” derken son derece haklıydı.

Sosyalist düşüncenin diğer bir önemli değeri ise enternasyonalizmdir. Diğer halkları kardeş sayma, uluslar arası sorunlarda emekçilerin, ezilen halkların yanında yer alma, gücü yettiğince onlara destek verme…

Uluslar arası ölçekte sosyalizme ve enternasyonalizme karşı olan en güçlü akım ise nasyonalizmdir. “Nasyonalizm” kavramının Türkçe karşılığı “milliyetçilik” ya da “ulusalcılık”tır.

Başka halkları baskı altında tutmanın bir aracı olarak milliyetçi ideoloji, bencil ve saldırgandır, kolaylıkla ırkçılığa varır. 1930’ların Alman ırkçılığı, Nazizm bunun en tipik örneğidir. Bu tür milliyetçilik Alman halkına da dünyaya da felaket getirdi.

Buna karşılık, ezilen, baskı altındaki bir halkın milli hareketi, milli duyguları, baskıya karşı oldukça, özgürlük istedikçe anlaşılır bir şeydir, haklı ve meşrudur. Ama bu durumda bile, milli ya da ulusal hareket özgürlükçü sınırlar içinde kaldığı sürece meşrudur. Çünkü milliyetçilik kolaylıkla başka halklara karşı kine, nefrete dönüşebilir, ırkçılığa yönelebilir. Bu ise hoş görülecek bir şey değil. Ezilen halkın yurtseverleri, devrimcileri buna dikkat etmeli.

Son dönemde “halkların kardeşliği” söylemine karşı Kürt kesiminde yoğunlaşan tepkiler hiç de anlayışla karşılanacak türden değil. Bu eğilim yanlıştır ve Kürt halkının haklı mücadelesine sadece zarar verir.

Tabi ki tüm halklar kardeştir. Buradaki kardeşlik tanımı mecazidir, aynı kandan gelme anlamına gelmez. Ama halkların birbirlerine düşman olmaları, birbirlerinden nefret etmeleri için bir neden olmadığı, özgür ve barışçı bir ortamda bir arada kardeşçe yaşayabilecekleri ve bu bakımdan çıkarlarının ortak olduğu anlamındadır. Halklara baskı yapanları, onları sömürenleri, zalim otokratları, hükümet ve devletleri, sömürgeci ve emperyalist güçleri halklarla eş tutmamak gerekir. Onlar kendi halklarına da zulmederler ve ediyorlar.

Kürt halkının özgürlük mücadelesi bakımından da şaşılmaması gereken ilkesel tutum budur. Ülkemizi bölüşmüş ve halkımıza zulmeden devletlerden baskı gördükçe Türk, Arap ve Fars halkını düşman gibi görmek, göstermek yanlışına düşmeyelim.

İzlenen baskı ve sömürü politikaları ülkeyi yöneten egemen sınıflarındır. Onlar “kendi” halklarının (Türk, Arap ya da Fars) bir bölümünü de koşullandırıp kendi baskı ve zulüm politikalarına angaje edebilirler ve etmekteler. Örneğin Türkiye’de devlet tarafından beslenen, yönlendirilen ırkçı örgütler her zaman vardı, şimdi de var. Bunlar Kürt halkının haklı özgürlük mücadelesine karşı düşmanca davranan ve baskı çarkının yanında yer alan kesimlerdir. Geçmişte pek çok ırkçı saldırı da kullanıldılar ve şu anda da kullanılıyorlar. Ama buna karşı yapacağımız şey egemenlerin yaptığının aynısı olamaz. Bunun karşılığı Türk halkını düşman gibi görmek, “halkların kardeşliği” gibi hümanist bir söyleme karşı çıkmak değildir. Karşı tarafın oyununu bozmanın yolu bunun tam tersini yapmaktır ve Türk halkının sağduyusuna, insani yanına seslenmektir. Egemen sınıfların, sömürgeci kesimin oyununu bozacak olan budur.

Onlar kendi bencil çıkarları için halkları karşı karşıya getirip savaştırıyor ve her iki taraf da bundan büyük zarar görüyor, acı çekiyor. Kürt halkının özgür olmasında, kendi temel haklarına kavuşmasında Türk halkının hiçbir kaybı olmaz, aksine çok kazanımı olur. Böylece on yıllardır yaşadığımız gerginlik ve çatışma ortamı sona erer. Barışı, özgürlüğü böyle kazanabiliriz; demokratik ve gelişkin çağdaş bir toplumu böylece, el ele vererek inşa edebiliriz.

Bu nedenle sevgili dostlarım, arkadaşlarım, egemen sınıfların ve onların Kürt toplumu içindeki piyonlarının yaptıklarına bakıp “halkların kardeşliği” gibi ilkesel, güzel bir söyleme karşı çıkmayalım. Biz Türk halkını kardeş gibi gördük, onun için başımıza bu iş geldi, demeyelim. Suçluyu yanlış yerde aramayalım.

Öte yandan, Türk halkını kardeş gibi görmek başka şeydir, bunu Kürt varlığını –ülkesi ve ulusuyla-reddetmenin, “Türkleşme”nin veya “Türkiyelileşme”nin aracı yapmak başka şeydir.

Evet, Türk egemen sınıfları, “biz kardeşiz” derken, bunu hep Kürt kimliğini yok saymak için yaparlardı, “siz Türksünüz” derlerdi. Bunun gerçekle bir ilgisi yoktu; bu, Kürtlere hak tanımamanın bir gerekçesiydi ve Kürtleri budala yerine koymaktı. Bugün de onların ağzındaki “kardeşlik” lafı böylesine boş ve aldatıcı bir laftır. Tabi ki bizim kastettiğimiz böylesine zırva bir kardeşlik değildir. Kardeş olmak, en meşru, en insani haklarımızdan feragat etmek değildir. Bugün Kürt kesiminde de, hem de “Kürt Siyasi Hareketi” diye nitelenen birileri, bu oyunu hayata geçirmenin aracı olmuştur. Üstelik bir yandan bunu yaparken, öte yandan karşılıklı olarak ortalığı kana ve ateş boğmaktadırlar. Tavır alacaksak bu oyuna ve bu oyunun senarist, aktör ve figüranlarına karşı tavır alalım.

Evet, halklar kardeştir ve onlar aynı zamanda devredilemeyecek, vazgeçilemeyecek eşit haklara sahipler. Kendi kendini yönetme, bağımsız ya da federal biçimde kendi devletini kurma hakkı da bunlar arasındadır. Bu gerçekleştiği zaman federal bir statüde, bir arada barış içinde yaşayabilirler.

Bizim istediğimiz de tam budur.

8 Eylül 2015

Address

Dersim

Website

Alerts

Be the first to know and let us send you an email when Bezuvar Kültür Sanat Dergisi posts news and promotions. Your email address will not be used for any other purpose, and you can unsubscribe at any time.

Share